Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır.
Üşüyorum, kapama gözlerini…
Ahmed Arif
Günün doğmasına birkaç saat daha vardı hala. Üstü boyanmış yuvarlak masaya bırakmıştım getirdiğim iki bardağı. Bardakların masaya çarpışıyla irkilmiş ve dikkati dağılarak gözlerini penceresinde açılan sonsuzluktan ayırıp bana doğru çevirmişti. Kahve dolu bardakları gördükten sonra, gecenin sessizliğine yakışır bir tebessümle, “Ben kahve sevmem.” demişti. O kadar dalgındı ki, bakışları benim ve etrafımızdaki her şeyin ötesini görüyordu sanki. “İçmeyecek misin peki?” diye sorduğumda, yüzündeki o gülüşü hiç bozmadan elini bardağa doğru uzatarak, “İçerim” dedi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra fark etti ne kadar üşüdüğümü. “Çok mu soğuktu dışarısı?” diye sordu, masanın ona yakın tarafında duran sandalyenin üstündeki battaniyeyi bana getirirken. Cevap beklediği bir soru değildi bu zaten. Ben de cevap vermedim.
Ömrü tek bir gün olan küçük bir kelebek gibi korkuyla ve heyecanla bekliyordu sabahı. Heyecan, gözlerine; korkuysa tüm bedenine hakim gibiydi o an.
Geceye rağmen odayı bile bembeyaz yapacak kadar aydınlıktı dışarısı. Yağan yağmurun biriktirdiği küçük göletler her küçük huzmeyi evin içine doğru itiyor gibiydi.
Ve bir anda her şey ve her yer değişiverdi. Ondan dağlarca uzaktaydım ve hala duyabildiğim kelimeleriyle ısınıyordum. Kelimeler yavaşça dökülürken fark ediyordum, artık gözlerine de korku hakimdi. Konuşamayacak kadar üşüyordum artık. Bir dağ başında, karların içinde; ellerimle korumaya çalışıyordum, o mevsimin ilk kardelenini.
Penceresinde doğacak güneşe çok da fazla kalmamıştı. Yine sesli düşünceler içinde çok da sevmemesine rağmen bir bardak kahve içiyordu. Masanın diğer ucunda sahipsiz bir kahve daha vardı tek yudum bile alınmamış.
Geceye beş kaladan, sabahı beş geçeye kadar sürmüştü bir çiçeğin başında onu bekleyişim. Sonrasıysa bir değil, iki ömür süren bahar.