hâl

Issızlığın sokakları da yoktu caddeleri de. Bir insan ve bir histen teşekküldü.

***

Gecenin sessizliğine ve etrafta hiç kimsenin olmamasına rağmen kaldırımı terk etmeden yürüyordu. Ve varacağı yeri bilmiyordu esasında. Sadece yürüyordu. Belki de bundan mütevellit, sanki o yerinden kımıldamıyor da, kaldırım ayaklarının altından kayıyor gibiydi.

Bu da bir haldir başlı başına. Kaybolmuşluktan öte, var olduğundan şüphe duyan insanların hali. Bir şeylere sahip veya ait olmayı beceremeyip, kimseye ait olmayan ve kimseye sahip çıkmayan bir sokakta hiçbir yereye varmayacak şekilde yürüyen insanların hali. Ve dahi, hürriyetten kendi payını alıp; kalanı da memleketin kuşlarına bırakan insanların hali.

O da böyle insanlardan biriydi. Ve yıldızlarla uçakları hiç karıştırmazdı birbirine.

ısırgan otu

Zarif sesin yankılanıyor kulaklarımda,
Ve masamın üstünde bana yaren ısırgan otu,
Nasıl da içten bir kaderin akdidir bu,
İkimizin de toprağına dokunmuş parmakların.

Görüyorsun işte, mustaribim ve fakat,
Şikayetçi değilim hasretinden,
Mevsim yaz ve yağmıyorsa yağmur,
Hasretinde demlenirim pekâlâ.

Sen benim güneşten esen rüzgarım,
Ve sen benim yağmurdan topladığım,
Çiçek kokulu bahçeler,
Şimdi bir rüya kadar yakın bana,
Fakat sabahlar yetmez, günü aydınlatmaya,
Uyan, uyan da gün aydın olsun.

duman-2

Gençlik yılları, içinde eksikliğini hissettiği ama adını bilmediği bir hayali aramakla geçmişti. Bir hayali olduğunu hissediyor, hatta bazen bu hayalin ufak kıvılcımlarını da yaşıyordu. Salt huzurdan veya mutluluktan öte bir şeydi bu. Bir otobüs yolculuğunda hissettiği tuhaf yalnızlığı, onlarca diğer yolcunun sessizliğinde boğuyordu; ve işte tam da böyle anlarda yakalar gibi oluyordu içindeki eksik anlamı.

Eksikliğini duyduğu şeyin ne olduğunu ancak saçlarına düşen ilk beyazlarla beraber anlayabilmişti. Hayata dair beklediği tek ‘anlam’ ve hayal, saf ve temiz bir duyguyu izleyebilmekti. Yaşamak veya bir parçası olmak değil, yalnızca izleyebilmek… Tanıdığı veya sevdiği insanlar olması önemli değildi onun için bu duyguyu yaşayanlar. Bir parkta oturup veya bir pencereden başını uzatıp, saf bir duygu görebilmek istiyordu. Hasret, mutluluk veya huzur… Onun için ‘güzel’ olan bu duygulardı. Hayattaki tüm kötü şeylerin varlığına rağmen, birilerinin ve bir şeylerin güzel kaldığını görebilmek. Gerçek bir hayaldi bu ve belki de kazayla görülebilecek kadar şans eseri.

Ancak yaşlandığında anlayabilmişti hayalinin neden kendisini bu kadar dışladığını. Yüreğinde, kendine ait kırık dökük dahi olsa, bir oda kuramamış olmasının sebebi, hayatındaki faniliğin böylesine güzel şeyleri barındıramayacağını bilmesiydi. Güzel şeyler fani olmamalıydı, bir fotoğraf gibi kalabilmeliydi. Bu yüzden hiç tanımadığı insanların mutluluğunu izlemek, bu mutluluğun bir parçası olmaktan çok daha yaşanabilirdi.

Hayalini anlamış ve yaşayabilmişti. Eksikliğini hissettiği şeyin ne olduğunu bilen yaşlı bir adamdı artık. Yakaladığı o mutlulukların, özlemlerin ve huzurların bozulduğunu görmeden ölmek istiyordu yaşlı adam. Ve haliyle herkesten uzakta, tek başına, aklında yıllar önce okuduğu kitaptaki o cümle dolaşırken, son misafirini bekliyordu adam. Adam, otobüsteki bir yolcuydu ve hepsi bir tarafa soba hala sıcaktı.

sen de bilirsin

Bir yer vardır hani,
Bilirsin,
Gündüzün bitip gecenin başladığı.
Gidecek bir yer yoktur artık,
Veyahut geri dönülecek.
Yani şimdi sen de ki,
Gemiler yandı;
Ben diyeyim ki,
Kuşların bile canı yandı.

Bir an vardır hani,
Sen de bilirsin,
Geri gelmez artık,
Ya birileri ölmüştür,
Ya aşka kastetmiştir birileri.
Yoksa görmüyor musun?
Az önce yağmur yağdı.

Bir ses vardır hani,
Hatırlarsın,
Yankısı bile terketmiş oraları.
Hatırdan gitmez belki,
Biraz ağlamış, biraz gülmüş,
Ama ne çare,
O ses, dönmez artık.

sabah-3

Bıraktım adımlarımı o boşluğa. Kapattım gözlerimi, görmedim o an bulutların ne kadar hızlı yer değiştirdiğini. Sabaha yakındı ve yakına uzaktı vakit, sesler geliyordu sağdan soldan; duymadım, anlamadım hiçbirini. Vazgeçip bırakıverdim adımlarımı ben. Önce zaman eksildi, sonra ben eksildim biraz. Satırlarım eksildi sonra. Bir şey eksildi satırlarımdan.

Kayıverdim boşlukta, sanki ait olduğum yer orasıymış gibi, hiç çarpmamak üzere düşmeye devam ettim. Artık sesler de gelmiyordu ve dahi bulutlar da oynamıyordu yerinden. Önce ben eksildim hayattan, sonra bir şey eksildi satırlarımdan. Artık sabah olmuş, gün doğmuş… Bana ne?

eski bir sabah

Başta zararsız gibi görünen bir zehirdir bu.
Öldürmeyen ve fakat
Hep daha fazlasına mahkûm eden…
Bir kez gittin mi işte,
Sonra dönülmez o yere.
Ve o vakit bilmez insan
Ama gidecek bir yer de yoktur aslında.
Başta bir yerden gidersin belki,
Sonra yetmez birilerinden gidersin,
Doyurmaz insanı bu gitmek zehri,
Herkesten gitmek istersin, her yerden.
Gidecek ve gidilecek bir yer kalmaz sonra,
Ya can senden gider, ya sen kendinden gidersin.

İnsan gariptir işte,
Döner bakarsın sen yittiğin yerlere…
Kalanlar…
İnsan gariptir, kalanlar da hep gidenlere imrenir.
Bundandır işte,
Zamana ve yollara saplanmak;
Bundandır işte,
Bir tek yollardan ve zamandan gidememek.

kadın

Her insan aynı sabaha uyanır aslında. Aynı güneş, uyandırır herkesi, oradan veya buradan bir şekilde birbirine bağlanan aynı yolları adımlar insanlar. Ve tüm bunlara rağmen her insan tek bir hayata uyanır. Başkasının olmayan, ama yine de belki başkalarıyla kesişen bir hayata. Sabah aynıdır her yerde fakat kimsenin sabahı aynı değildir diğer taraftan. Aitliklerle yalnızlaşır insan, sahiplikleriyle. Herkes bir yolda yürür, kimse başkasının yolunda yürüyemez. Herkes nefes alır almasına ama kimse bir başkasının nefesini alamaz.

Ne demiştim? Evet… Sahip olduğu şeyler yalnızlaştırır insanı. Kimi insan gecesinde yalnızlaşır, kimi insan günahında. Kimisi kalabalık bir masaya oturur, önüne yemeği gelir, yemeğinde yalnızlaşır. Bir şeyler anlatır birine belki, o vakitse anlattıklarında yalnızlaşır.

O da kitaplarında yalnızlaşmıştı. Yazmadığı ama sevdiği satırların ihtiva ettiği, o ‘sonsuzluğa sahip ama yine de bir sonu olan’ kavramın içinde yalnızlaşmıştı o da. O, aslında biraz da sevdiği için yalnızlaşmıştı. Yalnızlığı severdi o, ve kitaplarını ve sanırım bir de gökyüzünü. Gökyüzüne baksa yalnızlığını hatırlardı sanki. İnsanlara baktığında bile onların yalnızlıklarını görür üzülürdü o.

Ve gariptir hani, kendini de pek sevmezdi. Belki çayı severdi, belki çayı seven insanları, belki de samimi insanları. Ama yine de yalnızdı o.

Yalnızlık yakışır kimi insana, ona da yakışırdı.

Adını sormadım ona. Önemli de değildi zaten. Bir kitap vardı elinde, okuyup anlamaya çalıştım yalnızlığını. Ama o, onun kitabıydı, benimki benim. Ben kendi yalnızlığımı yaşadım, o da kendisininkini.

O bir yerlerde yaşıyor, herkes gibi. Kimse ona benzemiyor, o da kimseye benzeyemiyor.

Belki de haklıdır, hayat yalnızca nasıl öleceğine karar vermekten ibarettir.

duman-1

Cebinden çıkardığı çakmakla yaktığı gazete parçasını sobanın alt kısmına yavaşça iliştirip diğer gazete parçalarının da yanmasını bekledi. Tutuşan kağıtlar, odun yığınının en dibinde olmalarına rağmen, odadaki ışığı sarıya çevirecek kadar parlak hale gelmişlerdi. Odunların da yanmaya başladığından emin olduktan sonra sobanın kapağını kapatıp, rüzgardan uğuldayan camın kenarına doğru gitti. Penceredeki tahta çerçeve, eski usul olmasına rağmen çok iyi yapılmıştı. Onca rüzgara rağmen çok fazla esnemeden yalnızca bir uğultu taşıyordu evin içine.

Bir süre hareketsizce dışarıyı izledi. Dağın neredeyse tepesine dikilmiş küçük evi çeviren çitlere ve sadece gövdeleri bile çitler kadar uzun olan birkaç ağaca bakıyordu dikkatsizce. Bakışlarındaki dalgınlık, günün yorgunluğundan ziyade geride kalan bir ömrün yorgunluğunun yansıması gibi duruyordu. Sobadaki çıtırtıların artmasıyla birlikte dikkati dağılan adam, kalın perdeyi kapattıktan sonra sobanın hemen sağında duran ahşap sandalyeye doğru gayet ağır bir şekilde ilerledi. Sandalyesine oturduğunda, gözleri odada gezinmeye başladı. Bir şeyi aramakla, her şeyin yerli yerinde olup olmadığını kontrol etmek arasında gidip gelen bir çizgide bakıyordu etrafa.

Yakın zamanda ilçeye gidip aldığı mektuplar, mutfakla sobanın olduğu odayı ayıran tahta masanın üzerinde açılmamış halde duruyordu. Hemen yanlarında ise kartonu yırtılmış, yalnız kapağı görünen bir kitap ve henüz tek bir sayfası bile açılmadığı belli olan gazete vardı. Odanın geri kalanı alabildiğine dağınık bir haldeydi. Düzenli görünen tek yer, pencereye yakın yerleştirilmiş ve üstü bomboş olan diğer masaydı. Bu masanın mutfak tarafındakinden farklı olduğu hemen göze çarpıyordu.

Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan oturmaya devam etti sandalyesinde. Soba hala aynı sıcaklığıyla yanmaya devam ediyordu. Biraz da bu sıcaklığın rehavetiyle ağırca kalktı sandalyesinden. Tüm hareketleri ağırdı adamın. Ve fakat öyle bir yerdi ki adımlarını attığı yer, hızlı ayak hareketleri atılamaz gibiydi sanki orada. Bir kaç adım sonra düzgün görünen masanın hemen yanındaki sandalyeye oturdu bu kez. Buradan daha rahat görebiliyordu dışarıyı. Rüzgar ağaçları öyle itiyordu ki, karanlıkta sürekli sağa doğru hızlı bir meyil edip, fakat yavaşça aynı yere geri gelerek sürekli bu hareketi tekrarlıyorlardı. Adam olduğu yerde hareketsiz duruyordu halbuki. Aklında yıllar önce okuduğu kitaptan bir cümle dolaşıyordu durmadan, “Birileri, mutlaka ölür.”.

fotoğraflar

Bu kabalık gerçekleri kim, nereden getirdi efendim? Nihayetinde, biz kaybolduk gerçeklerin arasında. Herkese en az birkaç gerçek rast geldi. Bir gerçek kollarımızdan tuttu, bir gerçek gözlerimizi bağladı, başka bir tanesi boğazımıza yapıştı.

***

Zamanın öncesinin ve sonrasının arasına sıkıştırdığımız ‘an’lardan teşkil ediyoruz hayatı. Her an, bir diğerinin peşinden geliyor. Çoğalıyorlar, her an çoğalıyorlar ve karmaşıklaşıyorlar. Zaman durdurulup, bakılamıyor ne geriye ne de ileriye. Hilelere izin vermiyor bu karmaşıklık. Bir küçük parçayı çekip çıkarmaya çalışıyor insan, geride bıraktığı anlardan; altüst oluyor her şey.

Birileri doğuyor, birileri yaşıyor, başka birileriyse ölüyor. Birileri ölümden korkuyor, birileri yaşamayı seviyor; hatta kimileri ölmeyi, kimileri de yaşamayı bekliyor. İnsan sabırla ölmeyi bekler mi hiç? Bekliyor.

Bir fotoğraf çekiyor birileri, bir ‘an’ı, an olmaktan kurtarmak için. An kurtuluyor kurtulmasına fakat hayat, bu hileyi de cezasız bırakmıyor. O fotoğrafa -ki o fotoğraf zamana karışmayı öyle veya böyle başarmıştır- sıkışmış küçücük an, daha en baştan cezalandırıyor insanı. Yıllar geçiyor, eskiyor bir köşede o fotoğraf ve tekrar çıkıyor ortaya bir şekilde. Fotoğraf yaşıyor, fotoğraf yaşlanıyor belki de ve fakat insanlar ölüyor. Fotoğraflar ölmüyor efendim. Bir köşede bekliyorlar ama ölmüyorlar.

buğday tarlasında bir sabah

Kimse koskoca fili görmüyordu. Oradaydı, oradaydı işte, bir yerlerde. Ama yine de kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Biz de görmüyorduk. Ben biliyordum, o biliyordu. Ama görmüyorduk.

***

Dengemiz bozuluyordu ağladıkça,
Ağlamak için söylüyorduk şarkıları,
Ve toprak ağırlaşıyordu biz ağladıkça,
Biliyorsun,
Buğday tarlasında bir sabah,
Tek başıma uyanmıştım ben,
O zaman da ağlamıştım.
Buğday tarlasında bir sabah,
Bir adam vardı oradan geçen,
Yoksulluk yapışmıştı adamın ayaklarına.
Ağlamıyordu adam, gülmüyordu da,
Sessizce yürüyordu, sen de hatırlarsın.
Adam sessizce yürüyordu,
Korkuyorduk,
Buğday taneleri ve ben,
Hepimiz korkuyorduk,
Adam korkmuyordu ve adam beni görmüyordu.
Sadece buğdayları görüyordu adam.
Adam gidiyordu, ben duruyordum.
Adam kayboluyordu, ben düşüyordum.
Buğdaylar duruyordu öylece.
Sonra?
Sonra, yani ellerim toprağa değdiği zaman,
Ve bir de sabah olduysa tamam,
Düğümler çözülmez artık,
Tekrar gece olmadan.

sesler

Yan taraftan gelen ve anlaşılması hala mümkün olmayan müzik devam ediyordu. Ve bununla birlikte aklımda başlı başına bir cümle dolaşıyordu. Nereden geldiğini anlamadığım ve/veya anlamlandıramadığım. Menşeini çözememenin verdiği gurur kırıklığı bir tarafa devamını da getiremiyordum. İyi ve acı ihtimalle düğümlenen kelimeler, uzak bile değillerdi. Yoktular. Kelimelerim yoktu sanki. Olmayan kelimelerden aidiyetle bahsetmek kadar komik bir şekilde yoktular hem de.

Sanırım benim satırlarımın hayatta kalma yöntemi de bu. Daha önce varmadığı sapaklarda yolunu kaybederek varıyor bir yerlere veya bir istikamete varmadan, yollarda kaybolmuş kelimeler olarak zayiat addediyor kendini. Kelimeler ve aidiyet… Bir aldanış var sanırım burada. Duyduğum her yeni anlamla tekrar düştüğüm şaşkınlık; yani kelimelerin sayısındaki o korkutucu fazlalık. Oysa çok fazla insan var. Nasıl olur da yan yana getirdiğim kelimeleri sahiplenip, kelimelerim diyebilirim? Yoksa birbirine benzeyen binlerce kâğıdın her biri benim olmadığı gibi, her geçen saniye kirletmeye devam ettiğim bu kâğıt gibi, kullandığım her kelimeyi de sahiplenerek mi kirletiyorum? Kelimelere ve kirlenmiş kelimelerime soruyorum o halde, “Ne ve nereden geliyor bu ses?”