Gün be gün çekti kendini hayattan. Gördüğü suretlerde tanınmışlık yoktu, çirkince arzular vardı ifadelerinde. Küçüklüğünde kavga ettiği çocuklara bile bu denli nefretle bakmamıştı. Ama cesur bir nefret değildi onunkisi. Karşısındakiler temiz değildi, anlaşılabilir veya yenilebilir değildi.
Kendince beklentileri vardı kısa yaşamından, mutlu olmak ve mutlu olmasını istediği insanlar vardı. Ve ilk hatasını yaptı. O kocaman şehirde rahatça yürüyebilmek için, bir rol biçti kendine. Olmadığı bir karakter yarattı. Ve daha da acısı başardı. Büründüğü rol ne kadar tanıdık değilse de yanında yürüdüğü insanlara, sakladığı ifadelerden de çekinmiştiler.
Anlamadığı şey şuydu; kafalarından geçen şeyleri öğrendiğinde iğrendiği insanlar da onun gibiydi bir zamanlar. Arasında mesafeler olan bu koca şehirler bir zamanlar böylesine kokuşmuş değildi.
Ve aradan zaman geçip, hala saf kalmış kendi şehrine gittiğinde anlıyordu, ne kadar kirlendiğini. Rol yapma kisvesiyle ne kadar “onlar” gibi olduğunu. “Onlar”ın tüm hilelerini biliyordu artık, öylesine biliyordu ki neredeyse özümsemişti. Ayağını bastığı topraklar, üzerindeki çamura hiç benzemiyordu.
Bir rol ne zaman bir karakter olur? Yoksa geç mi kaldı?
***
Ne kadar farkında olmasak da o çocuk bizdik. Birer birer her birimiz. Meşhur kafeste maymunların birbirine saldırdığı gibi, bizde bu kokuşmuşluğun bir parçası olduk, iğrenir ve eleştirirken.
Ne kadar rol yapsa da adem, özü bir. Her insan farklıydı, ve hepsinin ortak noktası farklı olmasıydı aslında. Masumiyet rolü, yapılabilir bir şey değildir. Her türlü çirkinliğe bürünmek mümkündür belki ama siyahı beyaz yapmak, gören göz için mümkün değildir!