Bir geceyarısı konuşmasının eksikliğini hissediyordum. Zihnimdeki soruları kağıdın ortasına döküp, sanki bir başkasının dertleriymişçesine üzerlerinde kafa patlatmaya ihtiyacım vardı. Ve tüm bunları yaparken arada bir “ne durumdayız?” diye sorabileceğim bir düşman gerekliydi. Belki gelecekten gelmiş bir hayalet, belki de geçmişten dönemeyecek kadar eskimiş bir masumiyet.
Tüm bunları yapabilmek yazmakla ilintili hale gelmişti artık. Gerçek bir düşmanla aramdaki samimiyete benziyordu, kalem ve kağıdın mücadelesi. Son noktayı koyduğumdaysa, verilen savaşların anlamsızlığı kalıyordu kağıdın üzerinde. Kalem kınına gidiyor ve savaş bitiyordu. Bu mücadelenin gazi olmuş galibi ise ben oluyordum, içsel meseleleri bir şekilde dışlayabildiğim için. Bir parça kağıdın üzerine mürekkep dökülüyor ve bütün bedenimi kaplayan fikir sancıları en azından bir süreliğine bile olsa susuveriyordu.
Bazı günlerse kağıt kalemi kabul etmiyordu bir türlü. Bir mikrop yığını gibi tüm uzuvlarıma dağılan hisler, kağıda kavuşamıyordu. Hissettiklerim isim bulamıyorlardı kendilerine. Ölmek ve yaşamak arasında böylesine keskin bir çizgi varken, nasıl oluyordu da insan hayatı ve hisleri bu kadar bulanık olabiliyordu?