Gençlik yılları, içinde eksikliğini hissettiği ama adını bilmediği bir hayali aramakla geçmişti. Bir hayali olduğunu hissediyor, hatta bazen bu hayalin ufak kıvılcımlarını da yaşıyordu. Salt huzurdan veya mutluluktan öte bir şeydi bu. Bir otobüs yolculuğunda hissettiği tuhaf yalnızlığı, onlarca diğer yolcunun sessizliğinde boğuyordu; ve işte tam da böyle anlarda yakalar gibi oluyordu içindeki eksik anlamı.
Eksikliğini duyduğu şeyin ne olduğunu ancak saçlarına düşen ilk beyazlarla beraber anlayabilmişti. Hayata dair beklediği tek ‘anlam’ ve hayal, saf ve temiz bir duyguyu izleyebilmekti. Yaşamak veya bir parçası olmak değil, yalnızca izleyebilmek… Tanıdığı veya sevdiği insanlar olması önemli değildi onun için bu duyguyu yaşayanlar. Bir parkta oturup veya bir pencereden başını uzatıp, saf bir duygu görebilmek istiyordu. Hasret, mutluluk veya huzur… Onun için ‘güzel’ olan bu duygulardı. Hayattaki tüm kötü şeylerin varlığına rağmen, birilerinin ve bir şeylerin güzel kaldığını görebilmek. Gerçek bir hayaldi bu ve belki de kazayla görülebilecek kadar şans eseri.
Ancak yaşlandığında anlayabilmişti hayalinin neden kendisini bu kadar dışladığını. Yüreğinde, kendine ait kırık dökük dahi olsa, bir oda kuramamış olmasının sebebi, hayatındaki faniliğin böylesine güzel şeyleri barındıramayacağını bilmesiydi. Güzel şeyler fani olmamalıydı, bir fotoğraf gibi kalabilmeliydi. Bu yüzden hiç tanımadığı insanların mutluluğunu izlemek, bu mutluluğun bir parçası olmaktan çok daha yaşanabilirdi.
Hayalini anlamış ve yaşayabilmişti. Eksikliğini hissettiği şeyin ne olduğunu bilen yaşlı bir adamdı artık. Yakaladığı o mutlulukların, özlemlerin ve huzurların bozulduğunu görmeden ölmek istiyordu yaşlı adam. Ve haliyle herkesten uzakta, tek başına, aklında yıllar önce okuduğu kitaptaki o cümle dolaşırken, son misafirini bekliyordu adam. Adam, otobüsteki bir yolcuydu ve hepsi bir tarafa soba hala sıcaktı.