“Çiçekleri mi daha çok seviyorsun yoksa kokularını mı?” dedi. İlk başta çok da anlam veremediğim sorusunu “Genel olarak çiçekleri sevmem pek” diyerek geçiştirmeye çalıştım. “Ben kokularını seviyorum galiba” dedi, sorusuyla ilgilenmediğime aldırmadan. O an aklıma gelen ilk şey, insanların bu tip sorular sormasına sebep olan şeyin kendi fikirlerini beyan etmek olduğuydu. İç sesimi duymadığından, konuşmaya devam etti. Ve kendine kızmaya başladı bu enteresan yaklaşıma sahip sevgisi yüzünden. Ona göre, çiçeği değil de kokusunu seven insanlar, hayatı yaşayanlar değil zamanı tüketenlerdi. Bu yaklaşımı ilgimi çekmişti aslında. Böyle düşünmesine rağmen neden özneyi değil de özneye ait bir özelliği sevdiğini sordum. “Bilmem, elimde değil sanırım” dedi. Haksız da değildi aslına bakılırsa. Uzun zamandır kafamı kurcalayan “hayatı ıskalamak” fikrine doğru gidiyordu düşünceleri. Kendim dahi bu meseleyi tam olarak çözemediğimden, düşünce akışını bozmamak adına sözüne devam etmesi için biraz daha dikkatle dinlemeye başladım söylediklerini.
Gözlerini gölün üzerinde dans edercesine yüzen kuğulardan ayırmadı. Aslına bakılırsa benim onu dinleyip dinlemediğimi de pek umursuyor gibi bir hali yoktu. Yerimde kim olsa bu cümleleri kuracak kadar yoğun bir düşünce hali içindeydi. Fakat az önceki umarsız duruştan vazgeçtiğimi fark etmiş olacak ki, intikam alırcasına bir süre sessiz kaldı. Konuşmaya teşvik etmek için bir şeyi sevip sevmesinin nasıl kendisinin elinde olmadığı gibi saçma bir soru sordum. O da sorunun ne kadar yersiz olduğunun farkında olacak ki, “Yapma lütfen, bir şeyleri sevmeyi nasıl kontrol edebilirsin” diyerek haklı bir cevap verdi. Haklıydı elbette, fakat ben de zaten tartışmak için değil, konuşmasına devam etmesi için onu tetiklemeye çalışıyordum. Başarılı da oldum.
Hayatı çözümlerken basiti karmaşıklaştıran ve daha sonra da bu karmaşadan basit sonuçlar çıkaran bir düşünce yapısı vardı. Çiçekler ve kokuları üzerine oturttuğu bu zamanı tüketme anlayışından çıkaracağı basit sonuca doğru ilerleyerek devam etti konuşmasına; “Yani düşünsene, bir bahçede dolaşırken veya çok güzel bir manzaraya bakarken içimizde oluşan o sevgi aslında tek tek her bir çiçeğe yönelik olmadı hiçbir zaman. Mesela evinde tek bir çiçek büyütüp ona isim veren insanlara hayranlık besledim ben her zaman. Onlar besledikleri bir şeye sevgi duyarken, biz genelde o çiçeklerin ortaya çıkardığı durumu sevdik. Sahte demek doğru değil ama çok da samimi değildi o durumu ortaya çıkaran çiçeklere karşı duyduğumuz sevgi.”
Artık konuşmanın seyrine katkıda bulunmam gerektiğini hissederek, “Ama o bir tek çiçeği besleyen insanlar genelde mutsuzluğu alışkanlık haline getirdiklerinden küçük şeylerde sevgi arayan insanlar değiller mi?” dedim. Kurduğum cümledeki hata payını bilmeme rağmen vereceği cevabı çok merak ediyordum. Ve verdiği cevapla da duyduğum meraktaki haklılığımı kanıtladı aslına bakılırsa. “Belki de gerçek sevginin temeli buna dayanıyordur, hatta belki acı çekmeden olgun bir sevgiyi yetiştirmek mümkün değildir” dedi.
“O zaman çiçek mi yetiştirmeliyiz yani?” diyerek hafifçe güldüm.
Yüzündeki ifadesizlik daha da katılaşarak bana doğru döndü ve “Hayır… Yani evet, istersen bir çiçek de yetiştirebilirsin ama asıl yapman gereken şey bir şeyleri sevmek” dedi. “Ne yani öylece sevmeli miyim?” diye sordum, “Yeterince acı çektiysen…” deyip bir an durakladı ve devam etti: “Evet, sevmelisin.”
Cümlelerini kurarken takındığı hafif küstahlık canımı sıktığından, sorulabilecek tek şeyi sordum, “Yeterince acı çektiysen eğer, sen neyi seviyorsun?”
Yüzünü tekrar göldeki kuğulara çevirdi ve tekrar konuşmaya başladı;
“Çiçeklerin kokusunu”.
2 thoughts on “çiçek”