kuyu

Zihnim uyuşmaya başladı yine. Ah, ne yaparsa yapsın yakalayamıyordu insan zamanı. Acıya meyilli insanların başına ne geliyorsa zamandan ve zamanla ilintili şeylerden geliyordu zaten. İnsan, hayallerini bir mektup yapıp, gelecek zamanın içinde bir yerlerde açılmak üzere saklıyordu sürekli, ama sonra ya hiç açılmıyordu o mektuplar ya da mektubu açan insan değişmiş oluyordu artık.

Sanırım şu ana ait olan tek şey de hayaller oluyor nihayetinde. Hayaller de eskiyor, kayboluyor veya gerçeğe dönüşüp anlamlarını yitiriyorlar daha sonra. Diyorum ya işte, acı veren her şey zamanla ilintili. Geleceğe miras bıraktığımızı sandığımız hayaller, geçmişin hatıraları oluyor zamanla. Ne acı. Kanıyor insan halbuki. Her seferinde bir çocuk gibi kanıyor hem de. Belki de kanmıyor fakat kendini kandırıyor, birkaç nefes daha almaya bahane olsun diye. Ölüm yaklaştığında mı vazgeçiyoruz acaba hayal kurmaktan? İnsan mı yoksa zaman mı öldürüyor acaba hayalleri?

İşin daha da üzücü tarafı, gerçeklerin de elle tutulur bir yanı yok. Gerçek ve doğru sandığımız her şeyi teker teker toprağa gömüyor zaman. Gerçekler de değişiyor, doğrular da.

Kahramanlarımız vardı mesela bizim. Az ve kıymetliydiler. Zamanla kahramanlar çoğaldı fakat bu sefer de kıymetleri azaldı. Kim kıymet veriyor ki şimdi kahramanlara?

Varmaz bir yere bu korkular.

Sözün özü, ben yenildim zamana; yenilirim de tekrar. Ama yine de merak ediyor insan; zaman da bizim gibi eskiyor mudur acaba?

lüzumsuz beyefendiler

Esas oğlanın beklediği fakat kızın hiç gelmediği kitap…

***

Ne zaman olduğunu hatırlamadığım bir ara, bir kitap okumuş ve o kitaptan esinlenerek çekilmiş bir film seyretmiştim. Gayet sıradan olan meseleyi kendi nazarımda sıra dışı yapan şey ise, hangisinin önce gerçekleştiğiydi. Zira her zaman olduğu gibi kitap şahane fakat film kitabın şanından fersah fersah uzaktı.

Gelelim asıl konuya; tam vaktini bilmediğim o sıralarda tanıdığım iki adam vardı. Birisi kılıkırkyaran bir beyefendi idi. Öyle ki, şahsına atfedilen bu sıfatın sebeplerini sorguladığı esnada kılın nasıl olup da kırka yarılabileceğini tahayyül etmeye gayret ederdi. Sohbet ettiğimizde susmaz, mecazileştirdiği ‘unsurlar’ üzerinden kendini anlatır; nihayetinde de kılı kırk değil kırk bir parçaya ayırmasından kaderin sorumlu olduğuna kani olmayı başarırdı.

Diğer beyefendi ise, gamsız ve fakat zehir gibi puştun teki. Bir seferinde eli resme yatkın olan bu muhteremden; gamlı bir baba cefakâr bir ana ve olabildiğince mütevazı iki çocuk çizmesini rica etmiştim. Bu şahsı muhterem de kalkıp bir ev çizmişti bana. “Nerede benim özlediğim çekirdek aile?” diye sorduğumda, “Hepsi evin içinde.” diyecek kadar yüzsüzleşmişti hatta.

Bu film ve kitap meselesiyle, bu iki arkadaşın yanından kaçış hikâyem aynı zamana denk gelir. Fakat yine de tam olarak ne zaman olduğunu hatırlamayı hala başarabilmiş değilim.

Suya atsan denizi kirletecek olan bu iki beyefendiye, “Filmi mi beğendin yoksa kitabı mı?” diye sormuştum. İlki, “Bilemedim, ikisinin de bana batan yerleri vardı.” dedi; ikincisi de, “Valla ne izleme ne de okuma fırsatım oldu.” dedi. Bunlardan bana fayda yok deyip, açtım izledim filmi tekrar. Sonra kavradım meseleyi. Önce kitabı okumuşum. Zira önce filmi izlemiş olsam, hiçbir kuvvet bana o kitabı okutturamazmış. Yani filmi de kitabın hatırına izlemişim.

Film bitince baktım lüzum kalmadı bu iki beyefendiye, küfürlü birkaç kelimeyi de araya sıkıştıraraktan tatlı bir sonla “Allahaısmarladık.” dedim.

Çıktım ki ne göreyim, esas oğlanla kız kol kola yürüyorlar. Meğer kız gelmiş; fakat kitap, kız gelmeden önce bitmiş. Kitabın yazarı belirdi birden kaldırımın kenarında, “Ulan” dedim, “Sen de böyle yaparsan, biz kime güveneceğiz be abi?”. Umursamadı adam, güldü geçti.

sabahı beş geçe

Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır.
Üşüyorum, kapama gözlerini…
Ahmed Arif

Günün doğmasına birkaç saat daha vardı hala. Üstü boyanmış yuvarlak masaya bırakmıştım getirdiğim iki bardağı. Bardakların masaya çarpışıyla irkilmiş ve dikkati dağılarak gözlerini penceresinde açılan sonsuzluktan ayırıp bana doğru çevirmişti. Kahve dolu bardakları gördükten sonra, gecenin sessizliğine yakışır bir tebessümle, “Ben kahve sevmem.” demişti. O kadar dalgındı ki, bakışları benim ve etrafımızdaki her şeyin ötesini görüyordu sanki. “İçmeyecek misin peki?” diye sorduğumda, yüzündeki o gülüşü hiç bozmadan elini bardağa doğru uzatarak, “İçerim” dedi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra fark etti ne kadar üşüdüğümü. “Çok mu soğuktu dışarısı?” diye sordu, masanın ona yakın tarafında duran sandalyenin üstündeki battaniyeyi bana getirirken. Cevap beklediği bir soru değildi bu zaten. Ben de cevap vermedim.

Ömrü tek bir gün olan küçük bir kelebek gibi korkuyla ve heyecanla bekliyordu sabahı. Heyecan, gözlerine; korkuysa tüm bedenine hakim gibiydi o an.

Geceye rağmen odayı bile bembeyaz yapacak kadar aydınlıktı dışarısı. Yağan yağmurun biriktirdiği küçük göletler her küçük huzmeyi evin içine doğru itiyor gibiydi.

Ve bir anda her şey ve her yer değişiverdi. Ondan dağlarca uzaktaydım ve hala duyabildiğim kelimeleriyle ısınıyordum. Kelimeler yavaşça dökülürken fark ediyordum, artık gözlerine de korku hakimdi. Konuşamayacak kadar üşüyordum artık. Bir dağ başında, karların içinde; ellerimle korumaya çalışıyordum, o mevsimin ilk kardelenini.

Penceresinde doğacak güneşe çok da fazla kalmamıştı. Yine sesli düşünceler içinde çok da sevmemesine rağmen bir bardak kahve içiyordu. Masanın diğer ucunda sahipsiz bir kahve daha vardı tek yudum bile alınmamış.

Geceye beş kaladan, sabahı beş geçeye kadar sürmüştü bir çiçeğin başında onu bekleyişim. Sonrasıysa bir değil, iki ömür süren bahar.

hâl

Issızlığın sokakları da yoktu caddeleri de. Bir insan ve bir histen teşekküldü.

***

Gecenin sessizliğine ve etrafta hiç kimsenin olmamasına rağmen kaldırımı terk etmeden yürüyordu. Ve varacağı yeri bilmiyordu esasında. Sadece yürüyordu. Belki de bundan mütevellit, sanki o yerinden kımıldamıyor da, kaldırım ayaklarının altından kayıyor gibiydi.

Bu da bir haldir başlı başına. Kaybolmuşluktan öte, var olduğundan şüphe duyan insanların hali. Bir şeylere sahip veya ait olmayı beceremeyip, kimseye ait olmayan ve kimseye sahip çıkmayan bir sokakta hiçbir yereye varmayacak şekilde yürüyen insanların hali. Ve dahi, hürriyetten kendi payını alıp; kalanı da memleketin kuşlarına bırakan insanların hali.

O da böyle insanlardan biriydi. Ve yıldızlarla uçakları hiç karıştırmazdı birbirine.

ısırgan otu

Zarif sesin yankılanıyor kulaklarımda,
Ve masamın üstünde bana yaren ısırgan otu,
Nasıl da içten bir kaderin akdidir bu,
İkimizin de toprağına dokunmuş parmakların.

Görüyorsun işte, mustaribim ve fakat,
Şikayetçi değilim hasretinden,
Mevsim yaz ve yağmıyorsa yağmur,
Hasretinde demlenirim pekâlâ.

Sen benim güneşten esen rüzgarım,
Ve sen benim yağmurdan topladığım,
Çiçek kokulu bahçeler,
Şimdi bir rüya kadar yakın bana,
Fakat sabahlar yetmez, günü aydınlatmaya,
Uyan, uyan da gün aydın olsun.

duman-2

Gençlik yılları, içinde eksikliğini hissettiği ama adını bilmediği bir hayali aramakla geçmişti. Bir hayali olduğunu hissediyor, hatta bazen bu hayalin ufak kıvılcımlarını da yaşıyordu. Salt huzurdan veya mutluluktan öte bir şeydi bu. Bir otobüs yolculuğunda hissettiği tuhaf yalnızlığı, onlarca diğer yolcunun sessizliğinde boğuyordu; ve işte tam da böyle anlarda yakalar gibi oluyordu içindeki eksik anlamı.

Eksikliğini duyduğu şeyin ne olduğunu ancak saçlarına düşen ilk beyazlarla beraber anlayabilmişti. Hayata dair beklediği tek ‘anlam’ ve hayal, saf ve temiz bir duyguyu izleyebilmekti. Yaşamak veya bir parçası olmak değil, yalnızca izleyebilmek… Tanıdığı veya sevdiği insanlar olması önemli değildi onun için bu duyguyu yaşayanlar. Bir parkta oturup veya bir pencereden başını uzatıp, saf bir duygu görebilmek istiyordu. Hasret, mutluluk veya huzur… Onun için ‘güzel’ olan bu duygulardı. Hayattaki tüm kötü şeylerin varlığına rağmen, birilerinin ve bir şeylerin güzel kaldığını görebilmek. Gerçek bir hayaldi bu ve belki de kazayla görülebilecek kadar şans eseri.

Ancak yaşlandığında anlayabilmişti hayalinin neden kendisini bu kadar dışladığını. Yüreğinde, kendine ait kırık dökük dahi olsa, bir oda kuramamış olmasının sebebi, hayatındaki faniliğin böylesine güzel şeyleri barındıramayacağını bilmesiydi. Güzel şeyler fani olmamalıydı, bir fotoğraf gibi kalabilmeliydi. Bu yüzden hiç tanımadığı insanların mutluluğunu izlemek, bu mutluluğun bir parçası olmaktan çok daha yaşanabilirdi.

Hayalini anlamış ve yaşayabilmişti. Eksikliğini hissettiği şeyin ne olduğunu bilen yaşlı bir adamdı artık. Yakaladığı o mutlulukların, özlemlerin ve huzurların bozulduğunu görmeden ölmek istiyordu yaşlı adam. Ve haliyle herkesten uzakta, tek başına, aklında yıllar önce okuduğu kitaptaki o cümle dolaşırken, son misafirini bekliyordu adam. Adam, otobüsteki bir yolcuydu ve hepsi bir tarafa soba hala sıcaktı.

sen de bilirsin

Bir yer vardır hani,
Bilirsin,
Gündüzün bitip gecenin başladığı.
Gidecek bir yer yoktur artık,
Veyahut geri dönülecek.
Yani şimdi sen de ki,
Gemiler yandı;
Ben diyeyim ki,
Kuşların bile canı yandı.

Bir an vardır hani,
Sen de bilirsin,
Geri gelmez artık,
Ya birileri ölmüştür,
Ya aşka kastetmiştir birileri.
Yoksa görmüyor musun?
Az önce yağmur yağdı.

Bir ses vardır hani,
Hatırlarsın,
Yankısı bile terketmiş oraları.
Hatırdan gitmez belki,
Biraz ağlamış, biraz gülmüş,
Ama ne çare,
O ses, dönmez artık.

sabah-3

Bıraktım adımlarımı o boşluğa. Kapattım gözlerimi, görmedim o an bulutların ne kadar hızlı yer değiştirdiğini. Sabaha yakındı ve yakına uzaktı vakit, sesler geliyordu sağdan soldan; duymadım, anlamadım hiçbirini. Vazgeçip bırakıverdim adımlarımı ben. Önce zaman eksildi, sonra ben eksildim biraz. Satırlarım eksildi sonra. Bir şey eksildi satırlarımdan.

Kayıverdim boşlukta, sanki ait olduğum yer orasıymış gibi, hiç çarpmamak üzere düşmeye devam ettim. Artık sesler de gelmiyordu ve dahi bulutlar da oynamıyordu yerinden. Önce ben eksildim hayattan, sonra bir şey eksildi satırlarımdan. Artık sabah olmuş, gün doğmuş… Bana ne?

eski bir sabah

Başta zararsız gibi görünen bir zehirdir bu.
Öldürmeyen ve fakat
Hep daha fazlasına mahkûm eden…
Bir kez gittin mi işte,
Sonra dönülmez o yere.
Ve o vakit bilmez insan
Ama gidecek bir yer de yoktur aslında.
Başta bir yerden gidersin belki,
Sonra yetmez birilerinden gidersin,
Doyurmaz insanı bu gitmek zehri,
Herkesten gitmek istersin, her yerden.
Gidecek ve gidilecek bir yer kalmaz sonra,
Ya can senden gider, ya sen kendinden gidersin.

İnsan gariptir işte,
Döner bakarsın sen yittiğin yerlere…
Kalanlar…
İnsan gariptir, kalanlar da hep gidenlere imrenir.
Bundandır işte,
Zamana ve yollara saplanmak;
Bundandır işte,
Bir tek yollardan ve zamandan gidememek.

kadın

Her insan aynı sabaha uyanır aslında. Aynı güneş, uyandırır herkesi, oradan veya buradan bir şekilde birbirine bağlanan aynı yolları adımlar insanlar. Ve tüm bunlara rağmen her insan tek bir hayata uyanır. Başkasının olmayan, ama yine de belki başkalarıyla kesişen bir hayata. Sabah aynıdır her yerde fakat kimsenin sabahı aynı değildir diğer taraftan. Aitliklerle yalnızlaşır insan, sahiplikleriyle. Herkes bir yolda yürür, kimse başkasının yolunda yürüyemez. Herkes nefes alır almasına ama kimse bir başkasının nefesini alamaz.

Ne demiştim? Evet… Sahip olduğu şeyler yalnızlaştırır insanı. Kimi insan gecesinde yalnızlaşır, kimi insan günahında. Kimisi kalabalık bir masaya oturur, önüne yemeği gelir, yemeğinde yalnızlaşır. Bir şeyler anlatır birine belki, o vakitse anlattıklarında yalnızlaşır.

O da kitaplarında yalnızlaşmıştı. Yazmadığı ama sevdiği satırların ihtiva ettiği, o ‘sonsuzluğa sahip ama yine de bir sonu olan’ kavramın içinde yalnızlaşmıştı o da. O, aslında biraz da sevdiği için yalnızlaşmıştı. Yalnızlığı severdi o, ve kitaplarını ve sanırım bir de gökyüzünü. Gökyüzüne baksa yalnızlığını hatırlardı sanki. İnsanlara baktığında bile onların yalnızlıklarını görür üzülürdü o.

Ve gariptir hani, kendini de pek sevmezdi. Belki çayı severdi, belki çayı seven insanları, belki de samimi insanları. Ama yine de yalnızdı o.

Yalnızlık yakışır kimi insana, ona da yakışırdı.

Adını sormadım ona. Önemli de değildi zaten. Bir kitap vardı elinde, okuyup anlamaya çalıştım yalnızlığını. Ama o, onun kitabıydı, benimki benim. Ben kendi yalnızlığımı yaşadım, o da kendisininkini.

O bir yerlerde yaşıyor, herkes gibi. Kimse ona benzemiyor, o da kimseye benzeyemiyor.

Belki de haklıdır, hayat yalnızca nasıl öleceğine karar vermekten ibarettir.

duman-1

Cebinden çıkardığı çakmakla yaktığı gazete parçasını sobanın alt kısmına yavaşça iliştirip diğer gazete parçalarının da yanmasını bekledi. Tutuşan kağıtlar, odun yığınının en dibinde olmalarına rağmen, odadaki ışığı sarıya çevirecek kadar parlak hale gelmişlerdi. Odunların da yanmaya başladığından emin olduktan sonra sobanın kapağını kapatıp, rüzgardan uğuldayan camın kenarına doğru gitti. Penceredeki tahta çerçeve, eski usul olmasına rağmen çok iyi yapılmıştı. Onca rüzgara rağmen çok fazla esnemeden yalnızca bir uğultu taşıyordu evin içine.

Bir süre hareketsizce dışarıyı izledi. Dağın neredeyse tepesine dikilmiş küçük evi çeviren çitlere ve sadece gövdeleri bile çitler kadar uzun olan birkaç ağaca bakıyordu dikkatsizce. Bakışlarındaki dalgınlık, günün yorgunluğundan ziyade geride kalan bir ömrün yorgunluğunun yansıması gibi duruyordu. Sobadaki çıtırtıların artmasıyla birlikte dikkati dağılan adam, kalın perdeyi kapattıktan sonra sobanın hemen sağında duran ahşap sandalyeye doğru gayet ağır bir şekilde ilerledi. Sandalyesine oturduğunda, gözleri odada gezinmeye başladı. Bir şeyi aramakla, her şeyin yerli yerinde olup olmadığını kontrol etmek arasında gidip gelen bir çizgide bakıyordu etrafa.

Yakın zamanda ilçeye gidip aldığı mektuplar, mutfakla sobanın olduğu odayı ayıran tahta masanın üzerinde açılmamış halde duruyordu. Hemen yanlarında ise kartonu yırtılmış, yalnız kapağı görünen bir kitap ve henüz tek bir sayfası bile açılmadığı belli olan gazete vardı. Odanın geri kalanı alabildiğine dağınık bir haldeydi. Düzenli görünen tek yer, pencereye yakın yerleştirilmiş ve üstü bomboş olan diğer masaydı. Bu masanın mutfak tarafındakinden farklı olduğu hemen göze çarpıyordu.

Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan oturmaya devam etti sandalyesinde. Soba hala aynı sıcaklığıyla yanmaya devam ediyordu. Biraz da bu sıcaklığın rehavetiyle ağırca kalktı sandalyesinden. Tüm hareketleri ağırdı adamın. Ve fakat öyle bir yerdi ki adımlarını attığı yer, hızlı ayak hareketleri atılamaz gibiydi sanki orada. Bir kaç adım sonra düzgün görünen masanın hemen yanındaki sandalyeye oturdu bu kez. Buradan daha rahat görebiliyordu dışarıyı. Rüzgar ağaçları öyle itiyordu ki, karanlıkta sürekli sağa doğru hızlı bir meyil edip, fakat yavaşça aynı yere geri gelerek sürekli bu hareketi tekrarlıyorlardı. Adam olduğu yerde hareketsiz duruyordu halbuki. Aklında yıllar önce okuduğu kitaptan bir cümle dolaşıyordu durmadan, “Birileri, mutlaka ölür.”.